4 Şubat 2011 Cuma

Tek Başıma Yunanistan Yollarında! 1.. gün. ========================================


5 Nisan Pazartesi akşamı Rahmi Barutçu ile sohbetteyiz. Ona ‘manalı’ bir motosiklet gezisi yapmayı istediğimi söylüyorum, o da bana Yunanistanı içeren ‘Kuzey Ege’nin iki yakası’ temalı bir gezi yapmamı öneriyor, aklım yatıyor.
Salı günü harita çıkarıyorum.
Salı akşam Emok toplantımız Turgay Avcı’nın ofisinde yapılıyor, Turgay gördüğüm en sıkı ‘gezgin’. Yunanistan konusunda da hayli tecrübeli. 13 defa gittiğini sanıyordum, öğreniyorum ki 44 defa gitmiş. Hatta Yunanca öğrenmiş. Turgay’a bu gezi fikrini söylüyorum, o da bana bir program açıp rota belirliyor, Cunda kısmından vaz geçiyorum.
Her nokta ile ilgili bir sürü bilgi sayıyor, çoğunu unutuyorum. Rotayı Makedonya’ya devam ettiriyor.
Ön bilgi veriyor, detayları daha sonra anlatacak. Aradan haftalar geçiyor, Turgay’ın işleri, seyahatleri yoğun, detay bilgi alacak zamanı ancak 12 Mayısta buluyoruz.
Akşam Time Cafe’de 3 saatte, harita üzerinde dolanarak detayları yazıyorum.
3 sayfalık bir detay ‘nerede ne yapılır, ne görülür, ne yenir’ bilgisi oluşuyor.
Artık içim daha rahat. Bilgi ile donanmış vaziyetteyim, silahlarım tamam.
Bu gezi Turgay sayesinde gerçekleşti. Her zaman sevgi, saygı ve minnettarlıkla anacağım.

TURING’den, ağlaya ağlaya 260 TL verip gıcır uluslararası ehliyetimi alıyorum.
Bir haber okuyorum internette; ‘Ertuğrul Mavioğlu’nun ‘Motosiklet Günlükleri!’ yazısı.
Şu cümlesi beni düşündürüyor:
‘Uzun soluklu maceraların içine atılan motorcuların neredeyse tümü bu duyguyu yaşar.
Yolculukların sonunda artık yola başladıkları andaki ile aynı kişi değildirler.’
Geçen sene Haziran’da yaptığım 2 gün/630 kmlik ‘solo’ bile beni değiştirmişti.
Zaten kuvvetli olan özgüvenim tavan yapmıştı. Belki de o gezidir bana bu yeni geziyi tek başıma yapabileceğim güvenini veren.

18 Mayıs Salı sabahı çantacıkları bagaja yerleştirince heyecan iyice sarmaya başlıyor.
Bankadan eurolar alınıyor. Bel kesesine pasaport ve eurolar yerleştiriliyor.
Biraz erken çıkmak için yöneticiden izin alınıyor, ofiste son saat dakikalar sayılıyor.


Saat 16:30 da ofisten çıkıyorum, hemen arkamızdaki yerden benzin alıyorum. Yola çıkıyorum.

Tem’den Kınalı çıkışnda ayrılıyorum, az sonra ilk İPSALA tabelasına rastlıyorum; 88,8. km de.
Eskiden Assos’a giderken gördüğüm bu tabelalar hiçbir şey ifade etmezken, birden çok önem kazanıyor çünkü artık hedefimi gösteriyor!
Arka yoldan Tekirdağ’ı geçiyorum ve Turgay’ın tavsiye ettiği yerde köfte molası veriyorum.
Gelirken üşüdüğüm için rüzgarı kessin diye yağmurluğun üstünü giyiyorum. Bu yağmurluğu bir gün önce almıştım, ve yine tamamen Turgay’ın tavsiyeleri sonucu. O birkaç defa altını çizmemiş olsa almazdım. Yağmurluk konusunun önemini gezinin çoğu zamanını yağmurda motor kullanırken çok çok daha iyi anlıyorum ve sürekli içimden Turgay’a teşekkür ediyorum. 21:00’e birkaç dakika kala artık gümrüğe doğru, ışıklandırılmış yola giriyorum.
Saat tam 21:00 da Gümrükte ilk istasyondayım.

Motordan inip sıraya giriyorum. Burada sadece motor ruhsatına bakılıyor, 2. istasyonda pasaporta, 3. istasyonda her ikisine birden, son istasyonda galiba sadece pasaport. Bir tanesinde TC kimlik numaram için nüfus cüzdanı da gösterdim. Sonuncudan çıktığımda 17 dakika geçmiş. Meriç üzerinde ki köprüyü geçiyorum. Yunan gümrüğüne geliyorum. Bir minik pencere buluyorum, oradaki görevliye pasaportumu veriyorum.
‘CAR?’ diye soruyor, ‘motorcyle’ diyorum, pasaportu damgalayıp veriyor.
‘Is that all?’ diyorum, adam kafa sallıyor, yola devam ediyorum. Kimse ne uluslararası ehliyet ne de mecburi trafik sigortası sormuyor! Acaba Hollanda pasaportu mucizesi mi?

Türk gümrüğünden çıkışımla Yunan gümrüğünden çıkışım arası 7 dakika!
21:24; YUNANISTAN’DAYIM. İlk kez karayolu ile Türkiye’den çıkış yapmış oluyorum.
Kaskın içinden sevinç çığlıkları atıyorum, keyif kabarması yaşıyorum.
Sınırdan yarım saat sonra Alexandroupoli - Dedeağaç’ye varıyorum. Turgay’ın tarifi ile ilk gece kalacağım oteli buluyorum: BAOBAB, saat tam 22:00.

Zamanlamalarım hep NET. 21:00 de gümrük, 22:00 de otel.
Resepsiyonda ingilizce bilmeyen kadınla 40 Euroya anlaşıyoruz.
Oda güzel, yeni eşyalarla döşenmiş. Motor bagajından eşyaları alıp odaya giriyorum.
Laptopu açıp dostlara 1. hedefe ulaştığımı facebookta ilan ediyorum.



Sabah oteli fotoğraflarken özellikle sahilde; mutlaka bu yaz buraya hafta sonu kaçamağı yapıp denize girmeye gelmek gerek diye düşünüyorum.




Kahvaltı sırasında GÜN’ÜN programını okuyup ezberlemeye çalışıyorum. Notta yazdığına göre ben birazdan deniz fenerini görmeye gideceğim.


Cadde boyunca giderken bir tabeleda duruyorum. Kasabanın içinde zor farkedilen minik tabelda ‘Turkey 44’ yazıyor. Dümdüz git; Vatandasın!

Önümde 420 km yol var. Dedeağaçtaki son duruşum otelimin girişini karşıdan fotoğraflamak için.


Otoyollar sakin, az araba oluyor, sürüş keyifli. Zaman zaman kenarda durup fotoğraf çekiyorum. Solo gitmenin en iyi tarafı bu. İstedigim anda kimseyi bekletme derdim olmadan durmak. Herkes bu geziye neden tek çıktığımı soruyor. İlk başta öyle planladım, bana katılmak isteyenleri kibarca reddedip, bu macerayı cesurca tek başıma yaşamak istedim.


Öğle üzeri Xanthi - İskeçe’ye varıyorum.
Dağın eteğinde bir şehir.
Bir dükkanın önünde duruyorum ve hemen birkaç delikanlı yanıma geliyor ve türkçe selam veriyorlar. Öğle yemeği yiyecekler, ben de onların yanına oturuyorum.

Kahvaltı edeli henüz 2 saat olmuş; tokum. Bu yüzden Turgay’ın tavsiyesine de uyamıyorum, ve saat kulesi dibinde garson Reha’nın çalıştığı ‘Asma’ isimli lokantaya da gidemiyorum.

En gençlerinden güleryüzlü Raşit koşup karşı cafeden bana lipton çay getiriyor. Çay iyi geliyor, sohbet ediyoruz. Haliyle hayret ediyorlar tek başıma yollardayım diye. Seyahat boyunca bu şaşkınlığı herkeste göreceğim. Biliyorum çok sıra dışı bir durum olduğunu ama unuttuğum zaman insanların hayranlık ve takdirlerini duyunca hatırlıyorum.

Edessa’ya gideceğimi söylüyorum şelalelerden bahsediyorlar.
Onlarla tokalaşıp saat kulesine gidiyorum.
İlk, Dedeağaçta fotoğrafımı çeken Amerikalı, derdimi anlamıştı, ben en altta minik görünebilirim, amaç tüm fenerin karede olması idi ve başarılı bir kare olmuştu. Maalesef fotoğraf çekmesini rica ettiğim her kişi bunu algılayamıyor ve sonuçta alt tarafta kaldırım fotoğrafı, üstte saat kulesinin tepesi olmayan fotolar kolleksiyonum olabiliyor :)
Oysa istediğim kare, bu fotoğrafın 'ben'li olanı! Oradan hareket etmek üzere iken orta yaşı geçmiş tonton amcalara rastlıyorum. Hemen kaskı eldivenleri çıkarıp sohbete başlıyorum.
Özer Ahmetoğlu Eskişehir’de 1959-65 arası öğretmen okulunda okumuş sonra dönüp oralarda ilkokul öğretmenliği yapmış. Arkadaşları Nihat Osmanoğlu ve Mustafa Çakır’da aynı şekilde öğretmenlermiş. Artık emekliler haliyle. Mustafa bey lise öğretmeniymiş. Çok nur yüzlü insanlar. Onlardan saat kulesini Hacı Emin Ağa adında bir tütün tüccarının yaptırdığını öğreniyorum. Bana Edessa’da kiraz yememi tavsiye ediyorlar. Vedalaşıyoruz.

Nea Karvali: Biraz daha ilerliyorum, denize yakın olduğumun farkındayım.
Acıktığımı hissediyorum, denize nazır bir yer bulup bir şeyler yemek amacı ile sola dönüyorum. Bu köy yazlıkçıların evlerinin olduğu tatil beldesi havasında,


Şarköy olabilir, Altınova olabilir, bahçeli şirin şirin evler. Deniz kıyısına iniyorum.
Taverna kılıklı bir bina görüyorum,
bir adam çıkıyor, ona ‘Türkçe-English?’ diyorum. Beden dili ile anlaşmaya çalışıyoruz. Aç olduğumu ifade ediyorum, bana 100 metre ileride bir yeri işaret ediyor. Birkaç foto çekip motora binmeye hazırlanırken binasından çıkıp beni çağırıyor. Ben de gidiyorum.

İçeri girince görüyorum ki 4 ahbap çavuşlar oturmuşlar ‘dem’leniyorlar. Rakılaır pardon uzoları, ekmek, biraz meze. Tanışıyorum; Pavlos Dimitriadis-Petrol mühendisi, çok iyi ingilizce ve Türkçe biliyor, Almanya’da 33 sene kalmış; Notis – yıldırım elektrik dükkanı var; Dimitris –Kahveci, orayı işletiyor, bir tek o türkçe konuşamıyor, sadece gülümsemeler ve diğerlerinin tercimesi ile anlaşabiliyoruz; İlias; o galiba çalışmıyor ‘rahatlık’ diyorlar onun için.
Bu köy için bilgi veriyorlar: Lozan antlaşması sonrası 1924 nüfus mübadelesi ile Kapadokya’nın Gelveri köyünden buraya gelmiş, yeni kurmuşlar bu köyü. Adı Nea Karvali. Gelveri olmuş Karvali.
Türkçe konuşsun diye Kara Yovaz’ı çağırıyorlar, atletle çıkıp geliyor, çok sıcakkanlı ve sevimli bir adam. Anneannesi ve ablası ile hep türkçe konuşurmuş. En son ablası 1976 da öldükten sonra konuşacak kimsesi kalmamış. Ben gibi birileri ile bir saat konuşursa çok kelimeyi hatırlayacağını söylüyor.
Eskiden şoförlük yaparmış, Yunanistan’da lastik 7000 TL iken, onlar İstanbul’a gelip 1200 TL den alırlarmış. Bana ‘Yüreğine çok imrendim’ dedi, söylemek istediği cesaretimdi, motora atlayıp bilmediğim yerlere gelmemdi.
‘En büyük zenginlik gözünün gördüğüdür’ gibi bir çok filozof söylemleri oluyor. Bir daha ki sefere daha çok konuşmak dileğindeyim onunla. Ağzından bal damlayan insanlardan o da!
Biraz konuşuyoruz sonra evine dönüyor. O gitmek isteyince diğerleri kelimeyi tam söylemeselerde onu ‘kılıbıklıkla’ itham ediyorlar; ‘hanım döver’ diyorlar, o da başka bir tümceyi hatırlayıp onlara söylüyor: ‘karganın b.k yemesi’.

Benim aç olduğumu hatırlayan Dimitris mezelerden oluşan bir tabak hazırlıyor, iki dilim ekmekle girişiyorum kavurma, pastırma, italyan salamı, değişik bir cins sucuk, tarator gibi gıdalarla dolu tabağa.

Henüz gezimin ilk günündeyim, ama hem İskeçe’de, hem de burada rastladığım insanlarla muhabbetten memnunum, ancak yolum uzun, izin isteyerek, kucaklaşarak oradan ayrılıyorum.

Yola bulutlarla devam etmeye başlıyorum. Akşam 18:30 civarı Selanik’e gelip, teğet geçerek yola devam ediyorum. Edessaya 90 km yolum var.
Bir noktaya gelince şaşırıyorum, çünkü aynı yerlere giden iki ayrı yol var! Ben soldakini tercih ediyorum. Hislerim iyi çalışmış, giriş çıkışı az olan dümdüz yolun her iki tarafı kocaman katır tırnağı öbekleri ve zakkumlarla dolu, renklerin seyrine doyum olmuyor.

Özellikle katır tırnaklarının sarısı beni mest ediyor. Ben çiçeklerde en çok sarı tonu beğenirim, yeşile uygunluğundan dolayı.
Katır tırnakları için Turgay ‘mevsimidir, mis gibi kokar’ demişti.

Edessa’da otel bulmakta zorlanıyorum çünkü epi topu 3 otel var. Ulaşınca Turgay’ı arıyorum çünkü onunla konuşmak çok önemli. Bana nerelere gideceğimi, neler yapacağımı söyleyen danışmanıma hem ulaşma raporumu vermek, hem de yaptıklarımın heyecanını aktarmak iyi geliyor. O benim Türkiye ve günlük hayatımla tek bağım o günlerde.

Tek Başıma Yunanistan Yollarında! 2. gün. ========================================



Sabah beldeyi yürüyerek dolaşıyorum, her yerden sular akıyor,
suyun bol olmasıyla devasal çınar ağaçları yetişmiş.
Bu belde kirazları ile ünlü olduğu kadar var. Sokaklar bile kiraz ağaçları dolu.

Merkezdeki parkın yanından geçip şelaleye gidiyorum.

Gürül gürül akan kısımlarda su beni adeta kendine çekiyor, suyun beni alıp götüreceği hissine kapılıyorum.

Şelalenin aktığı yerde hemen arkasında bir balkon var, duruyorum, önümden gürleyerek akan suyun keyfine varıyorum.

Edessa’dan çıkarken bir pazar yerine geliyorum. Bu sırada yanından geçtiğim bir kadın sürücü, telefonla konuşurken, beni farkedince panik halde telefonu kucağına atıyor. Beni yunanlı polis sanıyor, tabii ki kaskımın içinde kahkahalar atıyorum. ‘Burada da mı?’ diyorum. Türkiye’de bu olaya alışkınım oysa.
Pazarın çıkışında eski tarihi bir köprü görüyorum. Kim bilir hangi yüzyıldan kalmıştır.

Sınıra doğru gidiyorum. Florina bir meydan çevresinde minik bir yerleşim. Bir cafe bulup dinlenmek amacındaydım, ancak hiç öyle oturulacak bir yer bulamıyorum.

Niki ve Makedonya levhasını bulup yoluma devam ediyorum. Niki her hangi bir anadolu köyünden farksız. Elektrik direkleri üzerindeki leylek yuvalarına kadar.

Yunanistan’dan çıkarken pasaport kontrolünde şirin iki adamla şakalaşıyoruz, fotoğraf çektiriyoruz. Ertesi gün dönerken bu aşinalıkla selamlaşıyoruz bile.

Sınırdan az sonra Bitola-Manastır’a ulaşıyorum. Saat kulesini buluyorum. Turgay’ın kitabında onun motorunu çektiği açıyı bulmaya çalışıyorum. Motorun yerini bu fotoğrafa göre değiştiriyorum. Açıyı da tam yakalamaya çalışıyorum, bu beni heyecanlandırıyor. Canım arkadaşımın tam 2 sene önce yine Mayıs ayında aynı yerde çektiği fotoğrafın aynısını çekme düşüncesi çok esprili geliyor. Bu iki fotoyu alt alta koyup soruyorum: 7 fark nerede? 1. fark fotoğraf makinası kalitesinde. Benimkinin kapasitesi yetersiz.
2. durağım; Atatürk’ün okuduğu Manastır Askeri Idadisi. Müzeye giriyorum, 2 euro alıyorlar.
Görevli beni yukarıya ‘Atatürk odası’na çıkarıyor, kilitli kapıyı açıyor, sesli bir yayın başlıyor; Rutkay Aziz’in en etkileyici ses tonu ile.
Bu muhteşem adamın devlet adamlığını düşünüyorum duvardaki fotoğraflarına bakıp, göz yaşlarımı tutamıyorum. Aynı duygusallığı bir gün sonra Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evi gezerken de yaşayacağım.
Ohrid’e yola koyuluyorum. Manastır’dan çıkınca yine yağmurluk giyme molası kaçınılmaz oluyor.
Resen-ResneManastır’la Ohrid ortasında Resne-Resen, yoğun müslüman yerleşimi var. Küçük bir anadolu kasabası görüntüsüne burada da rastlıyorum. Tüm Makedonyadaki tek mesafe bilgisi veren tabelayı Resne’de görüyorum ve anlıyorum ki Ohrid’e 38 km. uzaklıktayım.
Sağıma soluma bakarak giderken, kısa bir süre sonra yanıma küçük scooterlı biri yanaşıyor; Ergin orada yaşıyor. Beraber fotoğrafımız çekilsin diye söyleyince oradan geçen bir kıza sesleniyor: ‘Ayla çeker misin?’ Ayla bizi fotoğraflıyor.

Hava kararmadan Ohrid’e ulaşma kaygısı ile bu sohbetin hakkını veremiyorum, vedalaşıp devam ediyorum.
Ohrid Resen arası yol harika, yemyeşil doğa ortasında yol almak çok keyifli. Dağ tırmanıp iniliyor. Bir de ilginç iki tünel arka arkaya olan yerden geçiyorum.

Ohrid-Ohri

İlk benzinciye park ediyorum, ve Lasso’yu arıyorum.
Oda soruyorum, 10 dakika sonra bisikleti ile gelip beni alıyor! Gayet rahat bir apart otele getiriyor. Parasını peşin veriyorum ki ertesi gün istediğim zaman yola çıkabilirim. Nerede yesem diye sorunca bir Türk’ü arıyor; Erol gelince Lasso beni ona emanet edip gidiyor. Erol hayli komik bir adam. Bana polisiye dizilerden birinde oynayan ‘SİPSİ’ karakterini hatırlatıyor, iki dakikada şeytana pabucunu ters giydireceklerden o da!
Hemen Lasso’yu satıyor ve bana kartını verip, başka sefer kendim ya da arkadaşlarım gelirse onu aramamı istiyor. Oysa ben Lasso’dan memnunum.
Yemeğimi yerken Erol kahve içip kartını verip gidiyor.

O akşam menüm; minik parçalı ızgara ahtapot, kıtır tavuk parçaları ve salata.

Yemek yerken karşımdaki televizyonda gördüğüme inanamıyorum. Sonradan öğreniyorum ki Halit Ergenç Balkanlarda çok sevilerek izleniyor.
Lokantadan çıkıp az ilerideki cafelerden birine giriyorum, cappucino eşliğinde internete giriyorum.